İKİYÜZELLİDOKUZUNCU MEKTÛB
Bu mektûbu oğlu, aklî ve naklî ilmlerde yükselmiş, hâce Muhammed Saîd (rahmetullahi aleyh) hazretlerine yazmışdır.
Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) gönderilmesinin fâideleri ve aklın yalnız başına Allahü teâlâyı tanıyamıyacağı ve dağda büyümüş ve câhillik zemânında yanî Peygamber gönderilmemiş olan zemânlarda yaşamış kâfirlerin ve kâfir memleketlerinde ölen kâfir çocuklarının âhıretde ne olacakları ve dünyânın her yerine, meselâ eski hindlilere Peygamberler gelmiş olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, bizleri müslimân olmakla şereflendirdi. O, doğru yolu göstermeseydi, kim bulabilirdi? Onun Peygamberlerine (a.s.) inanırız. Hepsi doğru söylemişdir.
Allahü teâlânın, insanlara Peygamberleri (a.s.) göndermesi en büyük nimetdir. Bu iyiliğin şükrü, hangi ağız ile yapılabilir? Hangi kalb, onları göndermenin iyiliğini kavrıyabilir? Hangi vücûd ve azâ, o iyiliklere şükr olabilecek birşey yapabilir? O büyük insanların mubârek varlıkları olmasaydı, bu âlemi yaratanın varlığını, biz kısa akllı insanlara kim gösterirdi?
Eski yunânlıların ilk felesofları, o kadar zekî ve kurnaz oldukları hâlde, yaratanın varlığını anlıyamadılar. Bu kâinât, böyle gelmiş, böyle gider, cânlılar da birbirlerinden meydâna gelip ürer. Bu böylece devâm eder, dediler. Câhillik devri geçip, yeni Peygamberlerin (a.s.) davetlerinin nûrları ile, âlem aydınlanınca, sonra gelen yunân felesofları, o nûrların ışıkları ile uyanarak, üstâdlarının sözlerini red etdi. Bir yaratanın bulunduğunu kitâblarına yazdılar ve bir olduğunu isbât etdiler. O hâlde, insan aklı, o büyüklerin nûrları ile aydınlanmadıkça, bunu bulamıyor.
Peygamberler (a.s.) olmadıkca, bizim düşüncelerimiz, doğru yola yaklaşamıyor. Ebû Mensûr-i Mâ-Türîdî (rahmetullahi aleyh) ve yetişdirdiği büyükler, acabâ neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini, aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, Peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Aklları ile bulmaları lâzım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakîkat duyurulmadıkca, kâfir olmıyacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, Peygamberler (a.s.) ile gönderilmekdedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azâb yapılmaz.
Süâl: Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzım gelir. Bu da olamaz. Çünki müşriklere, Cennet harâmdır, yanî yasakdır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, (Allahü teâlâdan başkasına tapanlar, başkalarının sözlerini Onun emirlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir) dediğini beyân buyurdu. Âhıretde Cennet ile Cehennemden başka yer de yokdur. (Arâf)da kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, yâ Cennetdir, yâ Cehennem! Bunlar hangisinde kalacakdır?
Cevâb: Buna cevâb vermek çok güç! Kıymetli yavrum! Biliyorsun ki, çok zemân bunu, bana sormuşdun. Kalbe râhat verecek bir cevâb bulunmamışdı. Bu süâli, hal etmek için, (Fütûhât-i mekkiyye) sâhibinin: (Peygamberimiz (s.a.v), kıyâmet günü, bunları dîne davet eder. Kabûl eden Cennete, etmiyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakîre iyi gelmiyor. Çünki âhıret, mükâfat yeridir, hesâb yeridir. Emir yeri, iş yeri değildir ki, oraya Peygamber gönderilsin! Çok zemân sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu meselenin hâllini ihsân eyledi. Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, ne Cennetde, ne Cehennemde kalmıyacak, âhiretde dirildikden sonra, hesâba çekilip, kabâhatleri kadar mahşer yerinde azab çekecekdir. Herkesin hakkı verildikden sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmıyacaklardır. Bu cevâbımız Peygamberlerin (a.s) huzûrunda söylenseydi, hepsi beğenir, kabûl buyururdu. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Herkesin aklı, birçok dünyâ işlerinde bile, şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmıyan sâhibimizin, Peygamberleri ile haber vermeden, yalnız aklları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşde yakacağını söylemek, bu fakîre ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennetde kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise, sonsuz azâb çekeceklerini söylemek de, öyle yersiz oluyor. Nitekim, itikâdda ikinci imâmımız Ebül-Hasen-i Alî Eşarî, bunların Cehenneme girmiyeceklerini söyliyorsa da, bu sözünden, Cennetde kalacakları anlaşılıyor. Çünki, ikisinden başka yer yokdur. O hâlde, cevâbın doğrusu bize bildirilendir. Yanî mahşer günü, hesâbları görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Bu fakîre göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacakdır. Çünki Cennete girmek, îmân iledir. Yâ kendisi îmân etmiş olacak veyâ îmânlının çocuğu olduğu için, yâhud ana-babası birlikde mürted olunca, kendisi Dâr-ül-islâmda kaldığı için îmânlı sayılmış olacakdır. Dâr-ül-islâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin çocukları da Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünki bu çocuklarda îmân yokdur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, teklîfden sonra, inanmamanın cezâsıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi, diriltilip, hesâbları görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Eskiden, bir Peygamberin vefâtından sonra, çok vakt geçip, zâlimler tarafından din bozulup, unutulduğu zemânlarda yaşayıp, Peygamberlerden haberi olmıyan insanlar da kıyâmetde böyle sonradan, tekrâr yok edileceklerdir.
Ey yavrum! Bu fakîr, çok geniş ve çok derin düşünüyorum da, Peygamberimizin (s.a.v) haberi yetişmiyen, yer yüzünde, hiçbir yer kalmadığını anlıyorum. Bütün dünyânın, Onun davet nûru ile, güneş gibi aydınlandığı görülüyor. Hattâ, dıvâr arkasında bulunan, Ye'cûc ve Me'cûca bile ulaşmış bulunuyor.
Eski zemânlarda da, bütün dünyâda Peygamber gönderilmedik bir yer kalmamış gibidir. Hattâ, bundan en mahrûm zan edilen, Hindistânda bile hindlilerden bir Peygamber yapılmış; Allahü teâlânın emrleri bildirilmişdir. Hindistânın bazı kısmlarında, anlaşılıyor ki, Peygamberlerin (a.s) nûrları, küfr karanlıkları içinde, yıldızlar gibi parlamışdır. Eğer merâk ediyor isen, bu şehrleri söyliyebilirim. Bazı Peygamberlere bir kişi bile inanmamış, kimse kabûl etmemişdir. Yalnız bir kişinin inandığı Peygamberler de olmuşdur. Bazılarına da, iki veyâ üç kimse îmân etmişdir. Hindistânda bir Peygambere, üç kişiden çok inanan olduğu görülemiyor. Yanî, dört dâne ümmeti bulunan Peygamber olmamışdır. Hindlilerin tapındıkları kimselerden bazılarının kitâblarında, Allahü teâlânın varlığı ve sıfatları hakkında görülen yazıları, hep o Peygamberin ışıklarının aksleridir. Çünki her asrda, her ümmete Peygamber (a.s) gelerek Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını bildirmişdir. Onların mubârek varlıkları olmasaydı, küfr ve günâh pislikleri ile kirlenmiş olan akllar, îmân devletine kavuşamazdı. Bu ahmaklar, çürük aklları ile, herkesi kandırıp, kendilerine tapmağa zorlamış, kendilerinden başka bir kuvvetin bulunmadığını sanmışlardı. Nitekim, Mısır firavunları: (Eğer benden başkasına taparsan, seni habs ederim) demişdi. Bazıları da, bu kâinâtın bir yaratanı olduğunu işitdiklerinden, kendilerine yaratıcı , dediremiyeceklerini anlıyarak, bir yaratanın varlığını söylemiş, fekat bunun kendilerine sirâyet etdiğini bildirerek, bu hîle ile insanları kendilerine tapdırmağa uğraşmışlardır.
Süâl: Hindistânda, Peygamber (a.s) gönderilmiş olsaydı, biz de işitirdik. Dilden dile, her tarafa yayılırdı?
Cevâb: Bunlar, bütün Hindistâna gönderilmiş değildi. Bazıları, bir şehre, hattâ bir köye idi. Allahü teâlâ, bir millet veyâ bir şehr ehâlîsinden en iyisini bu devletle şereflendiriyor, o da, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve emrlerini, Ondan başka kimsenin birşey yaratamıyacağını insanlara bildiriyordu. Onlar da, ona inanmıyor, inkâr ediyordu. Câhil, yalancı, deli diye alay ediyorlardı. Azgınlıkları, ona eziyyetleri artınca, Allahü teâlâ da, onları helâk ediyordu. Uzun zemân sonra, başka bir Peygamberi, böylece gönderiyor ve yine böyle oluyordu. Hindistânda böylece yıkılmış, şehr harâbeleri çok görülmekdedir. Şehrlerin bu sebebden harâb oldukları ve Peygamberlerin davetleri, etrâfdaki insanlar arasında yayılıp, uzun zemân dillerde dolaşıyordu. Peygamberlere (a.s) çok kimse inansaydı ve müminler hâkim olarak kalsalardı, o zemân, bizim de haberimiz olurdu. Fekat bir kişi, birkaç gün nasîhat edip gider, buna kimse inanmaz ve bir başkasına, ancak bir kişi, iki kişi inanırsa, bize nasıl haber gelebilir. Çünki kâfirler, dîni söndürmeğe çalışıyor, babalarının yoluna uymıyan dîni beğenmiyorlardı. Kim haber verecek ve kime söyliyecek. Sonra Resûl, Nebî ve Peygamber kelimeleri, fârisî ve arabîdir. Hind lügatinde bu kelimeler yok idi ki, o Peygamberlere de, bu ismler verilmiş olsun. Nihâyet şunu da söyliyelim ki, Hindistânın Peygamber gelmiyen ve doğru yol gösterilmiyen yerleri de var dersek, buralardaki insanlar, dağda, çölde yetişen müşrikler gibi olup, inâd etdikleri ve herkesi kendilerine tapdırdıkları hâlde bile, Cehenneme girmez ve ebedî azâb görmezler. Böylelerin Cehenneme girmesi, akl-ı selîme, yanî şaşmıyan akllara uygun olmadığı gibi, yanılmıyan keşfler de, buna müsâade etmez. Fekat, bunlardan inâd edenlerin bir kısmının Cehenneme gitdiklerini görmekdeyiz. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Gelin nemâz kılalım, kalbden pası silelim,
Allaha yaklaşılmaz, nemâz kılınmadıkça!
Nerde nemâz kılınır, günâhlar hep dökülür,
İnsan kâmil olamaz, nemâzı kılmadıkça!